27 Ağustos 2010 Cuma

Baba...

Baba...


Her akşam olduğu gibi yine televizyonda haberleri izliyordu. Tekne kazıntısı dediği en küçük oğlunun çalıştığı yerde çıkan arbedeyi televizyon bültenlerinde izleyince, merakla telefona sarılmış ve onu aramıştı. Telefon çalışıyor, ancak meşgule düşüyordu. Bilmiyordu evden aradığını gören oğlunun babasına yazmasın diye telefonu kapattığını. Tekrar arıyor, yine meşgul sesiyle karşılaştıkça daha çok meraklanıyordu.


Tekne kazıntısı oğlu doğduğunda büyük çocuğu olan kızını evlendirmişti. İki numaralı oğlu ile yeni doğan üç numarasının arasında tam 13 yaş vardı.


Bir ağustos gününün kavurucu öğle sıcağının hala kendini yoğun biçimde hissettirdiği öğleden sonrasında doğan oğlunun ayaklarının üst kısmının içe doğru kıvrık olduğunu farkettiğinde, başından aşağı kaynar sular dökülmüş, ama yine de Allah'a şükretmişti.


Oğlunun yaşıtları yürümeye başlayıp da o, onlarından arkasından hüzünle baktığında, hiç düşünmeden bankadan kredi çekerek oğlunu iki yaşına girmeden Isparta Eğirdir Kemik Hastanesinde tedavi ettirmişti.


Oğlunu tedavi ettirdiği hastaneye 3.5 yıl sonra bu kez kayınbiraderinin oğlunu tedavi ettirmek için gitmişken, eşinin ölüm haberi gelmişti.


Küçük oğlunun ilkokula başladığı yıl eşi ölmüş, ortanca çocuğu da uzak bir kente üniversite eğitimi için gitmişti. Bir yıla yakın tek başına oğluna kendisi bakmış, bir yıl sonra da evlenmişti.


Oğluyla her zaman arkadaş olmuş, kendisine sigara bıraktıran oğlunun sigara içmesine de aynı gün izin vermişti.
...


Yıllar geçmiş...
Okul ve iş hayatı onları birbirlerinden uzak kentlerde yaşamaya zorunlu kılmıştı...
Ara ara uzak mesafeler katederek gelen oğluna özlemi her geçen gün artıyordu.
Böyle zamanlarda oğluna "keşke ayaklarını tedavi ettirmeseydim de yanımda olsaydın" demesine rağmen bunu asla yürekten söylememişti.
...


Bir görev için memlekete gelen oğlunun kolunda saatinin olmadığını görünce, içine dert olmuş, o yaz hasadını alır almaz soluğu yabancı marka saat satan bir mağazada almıştı. Oğluna en güzelinden bir saat almış, bir yıl sonraki gelişinde kolundan çıkarıp o saati tüm karşı çıkışlarına rağmen oğluna vermişti.


Oğlu o saati koluna taktığında metal kordonunun geniş olduğunu farketmiş, ama "Bu babamın anısı ve onun anısından bir şey eksilmemesi için daraltmayacağım" demişti kendi kendine.
...


Cep telefonu çaldı. Tanımadığı bir numara arıyordu. Telefonun ucundaki ses, babasının beyin kanaması geçirdiğini ve babasını yaşadığı kentteki hastaneden başka bir kentteki üniversite hastanesine götürdüklerini haber veriyordu.


Bir akşam önce konuştuğu babası şu anda ambulansla şehirlerarası yolda ilerlerken, ambulastan arayan yakını, "Baban adını duyunca tepki verdi, umarım en kısa sürede sağlığına kavuşur" demişti.


O ise, telefondakini dinlerken, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı bile. İş arkadaşlarının şaşkın bakışları üzerine durumu birkaç cümleyle anlatmış ve uzaktaki kente gitmek için uçak bileti ayarlamalarını rica etmişti. Ne o kente ne de yakın hiçbir kente uçak bileti bulamayınca önce kendi arabasıyla yola çıkmaya karar vermiş, ancak "Bu ruh haliyle tek başına o kadar yolu arabayla gitmen doğru değil" şeklinde yükselen itirazlar nedeniyle bu düşüncesinden vazgeçerek, ilk otobüsle yola çıkmıştı.


Ertesi sabah hastaneye ulaştığında babasının yatak bulunamadığı için acil servistesi yoğun bakımda tutulduğunu öğrenmişti. Kısa bir telefon trafiğinin ardından yok denilen oda bir anda babası için hazırlanmıştı bile.


Babası odaya çıkarıldığında eline bir de reçete ve tıbbı malzeme reçetesi tutuşturulmuştu. O akşam gittiği en az 10 eczanede kanı sulandıran ilacı bulamamamıştı. Yaşadığı kentteki kişileri aramış, orada da ilaç yok gibiydi. O gün cumartesiydi ve ilacı üreten firmanın İstanbul'daki telefonları da yanıt vermemişti


İlaç hatırlı insanların devreye girmesiyle Başkentin bile çok dışındaki bir ecza deposunda bulunmuştu. Kentteki bir eczaneye teslim edilmiş ve o akşam otobüse verilmişti.


Oğlan babası için kurtarıcı olabilecek bu ilacı almak üzere otogara gitmiş, ancak gelen haber kötüydü. O kent yolunda bir kaza olmuş ve yol kapandığı için otobüs 2 saat gecikmeyle gelecekti. Otobüs 3 saatlik gecikmeyle gelmişti.


İlacı almış, ama hastaneye gitmeden önce abisinin sağlık sigortasından yararlanan babasının o gün süresi dolan 6 aylık vizitesinin yenisini onaylatıyordu ki acı haber geldi.


31 Ocak 2005 saat 13.30...


26 Tansiyonla 28 Ocak 2005 saat 10.15'te beyin kanaması geçiren babası, yaşama 88 yaşında veda etmişti.


Hastaneye geldiğinde çıkış işlemlerinin bir bölümü bitmişti. Üç gün boyunca babası için hayati olan ilaç şu anda elindeydi, ama babası yoktu.


Babası için alınan tıbbi malzeme ve ilaçları iade etmek isteyen servis şefine cebindeki ilacı da çıkarıp uzatmış ve "Mademki bu ilaç beyin kanaması için geçirenler için o kadar hayati, babamıza kısmet olmadı, bari başkalarına yarasın" demişti. Zaten babasının ölüsünün yeni çıktığı o serviste ölüm sessizliği yaşanmıştı. 2-3 Saniyeyle hayat oradaki herkes için bir anda durmuştu.


Babasının bilinci açıkken onunla vedalaşamamıştı.
Tek tesellisi ise, neredeyse haftalardır konuşmadığı babasıyla, beyin kanaması geçirmeden 15 saat önce konuşmasıydı.
Babasını yitiren bir babaydı artık...
O anda ne ölen babasına sarılabilmişti, ne de uzaktaki oğluna...
...

Sevdiklerimizi yitirmeden onların kıymetini bilelim.
Her fırsatta onlara, onları sevdiklerimizi hissettirelim...
Ölüm hiç kimseye yakışmıyor...
Ölümün gerçekten yeni bir başlangıç olması umuduyla, tüm yitirdiklerimizi sevgi ve saygıyla anıyorum...
Babamın ölümünü bu şekilde anımsayarak yazmama vesile olan sevgili meslektaşım Zeynep Mengi'nin babasına Allah'tan rahmet, geride kalan tüm sevdiklerine sabır ve başsağlığı diliyorum...
 
Ankara, 27 Ağustos 2010 / 22.54