13 Eylül 2010 Pazartesi

Nasıl bir ilişki...


Nasıl bir ilişki...


Önce... "Bαhαrr" Artık kapris yapcagım valla.. öylesi el üstünde tutuluyor. http://ff.im/qzyuD dedi feedinde,
Ardından... nymph Evet ondan anlıyosunuz işte ....:)) http://ff.im/qzFCP diyerek konuyu yeni feede taşıdı.
Çok uzun zamandır aklımın bir köşesinde duran, zaman zaman yaşadığım olaylar yüzünden anımsadığım, ama sonra yeniden tozlu raflara gönderdiğim bu ilişki türü üzerine düşüncelerimi kaleme almak istedim.
Her şeyi delilleriyle (linkleriyle) ortaya da koyuyorum ki, sonrasında farklı yorumlar gelmesin.
Amerikalı Psikolog Michael S. Broder http://drmichaelbroder.com/ gerilimli ilişkileri özellikle de sık ayrılık yaşayan çiftleri üç değişik başlık altında ele alıyor:
Tek taraflı, umursamaz ve fırtınalı ilişkiler...


Tanıdığım ya da ilişkilerine tanıklık ettiğim insanların hissettiklerini ve yaşadıklarını bu pencereden değerlendiğimde bu başlıkların altını şöyle doldurmaya karar verdim:
TEK TARAFLI İLİŞKİLER:
Tek taraflı ilişkilerde temel sorun, birinin diğerine göre ilişkiyi sürdürmek için çok daha fazla enerji ve çaba harcamasıdır.
Bu çaba, bazen “başa kakma” ya da “fazla ilgiyle sıkma” gibi sorunları beraberinde getirse bile, geleceğe ilişkin planlar yalnızca birinin gündemindedir. Diğeri her şeyden habersiz, kendi dünyasında yaşamaktadır. Hatta o ya işiyle evlidir ya da hayatı diğeri gibi çok da önemsememektedir.
Biri geleceği inşa etmek için canla başla çalışıp dururken, diğeri ise karşısına geçip “beyhude çabalar” olarak gördüğü bu didinmeyi, Tom’un Jerry’i kıstırma çabalarına benzetip kıs kıs gülüyordur.
Biri ne kadar çok sahipleniyorsa diğeri de kendini o kadar cam fanusun dışında tutmaya çalışıyordur.
Biten böyle bir ilişkinin en kötü tarafı, o ilgisiz kişinin, diğer ilişkilerde de hep “armut piş ağzıma düş” beklentisi içine girmesidir.
Böyle bir ilişkiyi uzun sürdürmek, çaba gösteren için bir ömür törpüsüdür, diğeri için ise her şeyin rayında gittiği bir rüya...
Böyle bir ilişkide cinsellik bile, karşı tarafı tatmin etme görevini üstlenmek şeklindedir.
Siz siz olun hayatı kendiniz için yaşayın.
Unutmayın ki, siz mutlu olmadığınız sürece başkasını da mutlu edemezsiniz.
Mutluluğunu, başkasının mutluluğu üzerine inşa edenler, “başkasının aletiyle gerdeğe girilmeyeceğini” de akıllarının bir köşesinde tutsunlar lütfen, çünkü her an hayal kırıklığı yaşayabilirler.


UMURSAMAZ İLİŞKİLER:
Umursamaz ilişkiler ya da yeni söyleyiş biçimiyle serbest ilişkilere gelince...
Böyle bir ilişkide tutku ve istekten eser yoktur. Aslında böyle bir ilişki, giderek birbirine yabancılaşmanın bir adımıdır.
Eğer ilişki daha başında böyle tanımlanıyorsa, o zaman çiftimiz, tutku veya öfke ve hatta kavga için bile enerji bulamıyor demektir. Birbirlerini sahiplenmeyecekleri gibi, birbirlerinin sınırlarını da ihlal etmeyeceklerdir. Ve sınırlarını da belirlemek için zihinlerinde de olsa, aralarına bir duvar örerler ya da tel örgü gererler.
Bu tür bir ilişkiyi, -ben her ne kadar tutkulu aşkların mevsimi kabul etsem bile- sonbahara benzetirim. Çünkü böyle bir ilişki, kuru yapraklar gibi, rüzgarın estiği yöne doğru sürüklenir gider...


FIRTINALI İLİŞKİLER:
Bu ilişkileri genelde “arızalar birbirini çeker” şeklinde bir ifadeyle dile getirmemin nedeni soğuk Aslan burcu esprisinden öte bir şey değildir.
Aslında, “deli deliyi görünce değneğini saklarmış” atalar sözünün burada devreye girmesi gerekir, ama bu her zaman böyle olmaz ve “tencere yuvarlanıp kapağını bulur”...
Kendisini el üstünde tutan, değer veren, önemseyen, her fırsatta yanında olmak isteyen, ama kendisi gibi düşünüp, davranan hatta tek yumurta ikizi gibi birini ne kadın ne de erkek yaşamında istemez. Çünkü bu onlar için aynı kutuptur ve elin tersiyle itilmesi gerekir.
Kim daha çok ilgi çeker, sert çıkan, kızan, kavga eden, kıskanan ve öfkeli “arızalar”...
Neden, çünkü, kadın ya da erkek, böyle olan bir sevgiliyi düzeltebilecek bir melek gibi görür kendini.
“Eşek sopa yediği kapıya gelir” sözünü ilişkiler için kullanmaya çalışanlar bilsinler ki, bu söz çok emanet duruyor.
Aslında burada kadın ya da erkeğin el alemden beklentisi, ne kadar sabırlı olduğunu, çaba göstererek bir “arıza”yı yeniden topluma kazandırdığının görülüp takdir edilmesidir.
Çünkü o, rüzgara karşı uçurtmasını en zirveye çıkarma başarısını göstermiştir, o bunun zevkini ancak takdir edilerek yaşayacağını bilmektedir.
Fırtınalı ilişki biçimi, adından da anlaşılacağı gibi gökgürültülü, yıldırımların düştüğü, sağanak yağışlı, hortumlu, kasırgalı ilişkidir. Gerçekten de benzer kutuplar birbirini iter, zıt kutuplar çeker.
Bu ilişkide yoğun olan şey, tutku ve şehvettir.
Gökgürültüsü... İlişkide sesler yükselmesine rağmen, bağırtı çağırtı olmasına rağmen, yine birbirlerini çektiğinin işaretidir.
Şimşek çakar... Tartışmalarına sadece yakın çevreleri, konu-komşuları değil, uzaktakilerin bile tanık olması uzak bir olasılık değildir.
Yıldırım düşer... Böyle bir ilişkide orgazm en üst düzeyde yaşanır. Ve inanılmaz bir enerji ortaya çıkar. Çünkü öfke, yoğun bir cinsellik için tetikleyici duygu olarak kullanılır.
Sağanak yağmur... Tutkulu bu ilişkinin temel taşlarından biri gözyaşlarıdır.
Kasırga / Hortum... Bu ilişkide son nokta, geride enkaz bırakan kasırga ya da hortumdur...

Bu ilişki biter, ama bundan sonra ne kadar önlem alırsanız alın, o bölge fırtınalarıyla ünlü, olağanüstü halin yaşandığı yer ilan edilir...
Eğer ilişki biçimi olarak bunu tercih ediyorsanız, unutmayın ki, her zaman bunlar tekrarlanacaktır. En fazla yapabileceğiniz, önlemleri artırıp enkaza dönüşmemek.

Ankara, 13 Eylül 2010 - 13.15

9 Eylül 2010 Perşembe

FF Dostlarım



Değerli FF dostlarım,



Veda yazımdan sonra feede yazan dostlar, dm atanlar, sms çekenler ve telefonla arayanların neredeyse tamamı gitmememi ve “Veda”nın sadece kaleme alınmış bir yazı olarak kalmasını rica ettiler. Bu yazıdan sonra ilk kez sohbet ettiğimiz arkadaşlarım oldu, güzel dostlar da kazanmış oldum.


Veda aslında FF dostlarıma değildi.
Gitme nedenim kişiler de değildi…


FF’te bugüne kadar kimse beni üzmedi. Yanlış anlamalar oldu, ama konuşunca onların da sorun olmaması gerektiği konusunda uzlaşma sağlandı. Bu tür örnek sayısı da en fazla 2-3 tanedir gerçi.


Suçlanırken bile düşmanlarını seven, öldürülürken bile katillerini seven ustaları örnek aldık biz ve “Sana kötülük yapana bin defa yapsa bile yine iyilikle karşılılık ver” anlayışıyla büyütüldük. O nedenle her şeye biraz daha höşgörülü bakıyorum.


Ve diyorumki, keşke iletişimi, sadece konuşmak ya da yazmak olarak algılayarak, kendimizi en zayıf iletişim aracı sözcüklerin sınırlarına hapsetmesek.


Çünkü sözcükler, yanlış yorumlamaya, yanlış anlaşılmaya en açık olan iletişim aracıdır. Bu konuyla ilgili en güzel saptamalardan biri de 9 olasılıktır:


“Düşündüğünüz,
Söylemek istediğiniz,
Söylediğinizi sandığınız,
Söylediğiniz,
Karşınızdakinin duymak istediği,
Duyduğu,
Anlamak istediği,
Anladığını sandığı,
Anladığı...
arasında farklar vardır.
Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 olasılık vardır.”


Konuşurken ve yazarken galiba bu 9 olasılığı hep aklımızın bir kenarında tutmalıyız. Belki de empatiye başvurmalıyız.


Bize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına bırakın yapmayı, öyle bir fikri dahi aklımızdan geçirmemeliyiz.


Ayrıca, ne burada ne de başka bir yerde hiç kimseyi değiştirmeye de kalkışmadım; çünkü kendi yaptıklarımı değiştirmenin, başkalarının yaptıklarını değiştirmekten çok daha kolay olduğunun ayırdındayım.


İnsanları yargılamaktan da özellikle kaçındım. Karşımdakinin “yanlışı” olarak gördüğüm şeyin geçmişte ya da gelecekte benim “doğru”m olabilme olasılığı da çok yüksek.


Hepimiz insanız, hatasız olmamız beklenemez, önemli olan bunları düzeltmesini bilmek ve yineleyerek işi hata olmaktan çıkarıp suça dönüştürmemek.


Bazen yaptıklarımızın başkalarının seçimleri ve kararları kadar “acı verici”, “zararlı”, “bencil” ve “affedilmez” olduğunu görmek lazım.


Hiçkimsenin mutsuzluğu karşısında kayıtsız kalmamaya çalıştım. Çünkü, kendi mutsuzluklarına katlanarak yaşam süren insanların, hem kendilerine hem de başkalarına çok daha fazla zarar verdiklerini düşündüğüm için dostluk elimi uzatmaya çalıştım.


Ve acıları azaltmanın yolunun, onlara bakış açımızı değiştirmekten geçtiğini anlatmaya çalıştım önce kendime, sonra da başkalarına. Acı bana göre, yanlış düşüncelerimizin sonucudur ve hiçbir şey tek başına acı değildir.


Ve bir şey daha... Nasıl mutluluk paylaşıldıkça çoğalıyorsa acılar da paylaşarak azalıyor. Bunu dostlarınızla yapmaktan geri kalmayın...


Gitme nedenim aşk hiç değildi…


Aşkın benim için tanımı, kavuşulamayana duyulan tutkulu sevgidir. Dolayısıyla benim aşkım, Yunus Emre’nin “Bir ben var, benden içeri” dediği “ben”dir. O’na da zaten hepimiz bu bedenimizden kurtulduğumuzda mutlaka kavuşmuş olacağız.


Kuşkusuz Tanrının en büyük armağanı, bize verdiği koşulsuz sevgidir.


Bu mutlu bayram gününde, şöyle bir anlığına gözlerinizi kapatıp sevdiklerinizi düşünün. Birine gösterdiğiniz sevgi asla bir diğerine gösterdiğiniz sevgiye benzemiyor. Çünkü her kişiye gösterdiğimiz sevgi tıpkı kar taneleri gibi özgündür. Asla iki ayrı kişiye aynı şekilde sevgi gösteremeyiz, ne sevgililerimize, ne anne-babamıza, ne de çocuklarımıza...


Bizi biz yapan ruh, beden, zihin üçlemesinindeki ruhun açlığını çektiği şey, koşulsuz sevgi duygusudur. Bu nedenle de yüzünü hiç görmediğimiz, hatta avatarında fotoğrafı bile olmayan sohbet arkadaşlarımızı seviyor ve özlüyoruz. Ruhun sevmesi için illa da görmesi gerekmiyor.


Hangi birimiz güzel bir iletişim kurduğumuz ekranın arkasındaki insan için heyecanlanmadık, söyledikleriyle mutlu olup, küçük bir simgesiyle üzülmedik?
Bir an önce ekranın karşısına geçiş soluksuz sohbete dalsam dediğiniz olmadı mı? Yüreğinizdeki kocaman boşluğu karşınızdakiyle doldurma çabası içine girmediniz mi?
O yokken sanki her şeyin onunla birlikte yok olmaya aday olduğunu düşündüğünüz olmadı mı?
Sevgisiz bir şey olmaz, ama alışkanlıkla karıştırmamak gerekir.


“Alışmak sevmekten daha zor geliyor” diyor şarkılar...


Alıştığımızı aşkımız sanırsak, alışkanlıklarımızdan gerekirse bir çırpıda vazgeçeceğimizi anladığımız anda geride ne aşk kalır ne sevda...


Yüzer gezer sularda gezinen duygularımızdan emin olmadan, kendimizi bağlayacı sözler ağzımızdan ya da klavyememizden çıkmamalı.


Gitme nedenim…


Aslında Veda yazımın sol bölümünde
“Azalan feedler, kısa yorumlar, az görüşmeler...
Sonrasında belki de tümüyle VEDA...” demiştim.


FF’te geçirdiğim süreyi azaltarak, oradan kazanacağım zamanı daha çok babamın vefatıyla yarım bıraktığım bir kitap çalışmasına ayırmak istemiştim.


Ancak görünen o ki, sakız çiğnerken yürümeyi de başarmalıyım...


Sizleri seviyor,
Aileniz ve sevdiklerinizle birlikte her gününüzün bayram tadında geçmesini diliyorum...



Turan ÖZKAN
Ankara, 9 Eylül 2010 – 14.15

7 Eylül 2010 Salı

Veda...



Ahmet Kaya - Bir veda havası


Veda...



Kimseyle vedalaşmadım bugüne kadar.


Annem...
Bir sonbahar sabahı daha yeni başladığım ilkokula beni göndermek üzere uyanındırırken, başını son kez benim yastığıma koydu...
Annem henüz beş buçuk yaşındaki tekne kazıntısı olan beni yüzüstü bırakıp, veda etmeden gitmişti...


Babam...
Uzun bir aradan sonra bir akşam telefonla konuştuğumda, hiç de ertesi sabah beni geride bırakıp gideceğinin sinyalini vermemişti. Üç gün yattığı hastanede sadece bir kez yüzünü görebildim ve ayrılık aklımdan bile geçmemişti...


Kedim...
Simsiyah boynun altında bir misket büyüklüğündeki beyaz noktasıyla evdeki en büyük eğlencem kedim de, köpekleri itlaf eden belediye ekiplerince katledildiği için vedalaşmamıştı benimle...


Sevgililerim...
Sessiz ve habersiz bitti tüm sevdalarım. İp hep alışa geldiği gibi inceldiği yerden koptu...
Kavgasız, gürültüsüz...
Veda konuşmaları hiç yapmadan...
Giderek kısalan mektuplar, azalan görüşmeler, uzun uzadıya konuşmaların yerini alan ben seni ararımlar...
Bunlar zaten görünen köyün kılavuzu gibi sonun başlangıcı olurdu...


Sonrası...
Acı, ızdırap...
Tanımsız duygular...
Vücudumun her hücresi cam kırıklarından sonra tuzda yürütülmüş gibi acı çekerdi
Baktığım her yerde onları gördüğümü, onların hayalleriyle yaşadığımı, gecelerin benim için kurtulamaz bir kıskaca dönüştüğünü kimse anlamazdı...


Şimdi...


Ben...
Gitmeden herkesle vedalaşmak isterim.
Ama önce sonun başlangıcı belirtileri bir görelim.
Azalan feedler, kısa yorumlar, az görüşmeler...
Sonrasında belki de tümüyle VEDA...


Ankara, 7 Eylül 2010 / 15.27

27 Ağustos 2010 Cuma

Baba...

Baba...


Her akşam olduğu gibi yine televizyonda haberleri izliyordu. Tekne kazıntısı dediği en küçük oğlunun çalıştığı yerde çıkan arbedeyi televizyon bültenlerinde izleyince, merakla telefona sarılmış ve onu aramıştı. Telefon çalışıyor, ancak meşgule düşüyordu. Bilmiyordu evden aradığını gören oğlunun babasına yazmasın diye telefonu kapattığını. Tekrar arıyor, yine meşgul sesiyle karşılaştıkça daha çok meraklanıyordu.


Tekne kazıntısı oğlu doğduğunda büyük çocuğu olan kızını evlendirmişti. İki numaralı oğlu ile yeni doğan üç numarasının arasında tam 13 yaş vardı.


Bir ağustos gününün kavurucu öğle sıcağının hala kendini yoğun biçimde hissettirdiği öğleden sonrasında doğan oğlunun ayaklarının üst kısmının içe doğru kıvrık olduğunu farkettiğinde, başından aşağı kaynar sular dökülmüş, ama yine de Allah'a şükretmişti.


Oğlunun yaşıtları yürümeye başlayıp da o, onlarından arkasından hüzünle baktığında, hiç düşünmeden bankadan kredi çekerek oğlunu iki yaşına girmeden Isparta Eğirdir Kemik Hastanesinde tedavi ettirmişti.


Oğlunu tedavi ettirdiği hastaneye 3.5 yıl sonra bu kez kayınbiraderinin oğlunu tedavi ettirmek için gitmişken, eşinin ölüm haberi gelmişti.


Küçük oğlunun ilkokula başladığı yıl eşi ölmüş, ortanca çocuğu da uzak bir kente üniversite eğitimi için gitmişti. Bir yıla yakın tek başına oğluna kendisi bakmış, bir yıl sonra da evlenmişti.


Oğluyla her zaman arkadaş olmuş, kendisine sigara bıraktıran oğlunun sigara içmesine de aynı gün izin vermişti.
...


Yıllar geçmiş...
Okul ve iş hayatı onları birbirlerinden uzak kentlerde yaşamaya zorunlu kılmıştı...
Ara ara uzak mesafeler katederek gelen oğluna özlemi her geçen gün artıyordu.
Böyle zamanlarda oğluna "keşke ayaklarını tedavi ettirmeseydim de yanımda olsaydın" demesine rağmen bunu asla yürekten söylememişti.
...


Bir görev için memlekete gelen oğlunun kolunda saatinin olmadığını görünce, içine dert olmuş, o yaz hasadını alır almaz soluğu yabancı marka saat satan bir mağazada almıştı. Oğluna en güzelinden bir saat almış, bir yıl sonraki gelişinde kolundan çıkarıp o saati tüm karşı çıkışlarına rağmen oğluna vermişti.


Oğlu o saati koluna taktığında metal kordonunun geniş olduğunu farketmiş, ama "Bu babamın anısı ve onun anısından bir şey eksilmemesi için daraltmayacağım" demişti kendi kendine.
...


Cep telefonu çaldı. Tanımadığı bir numara arıyordu. Telefonun ucundaki ses, babasının beyin kanaması geçirdiğini ve babasını yaşadığı kentteki hastaneden başka bir kentteki üniversite hastanesine götürdüklerini haber veriyordu.


Bir akşam önce konuştuğu babası şu anda ambulansla şehirlerarası yolda ilerlerken, ambulastan arayan yakını, "Baban adını duyunca tepki verdi, umarım en kısa sürede sağlığına kavuşur" demişti.


O ise, telefondakini dinlerken, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı bile. İş arkadaşlarının şaşkın bakışları üzerine durumu birkaç cümleyle anlatmış ve uzaktaki kente gitmek için uçak bileti ayarlamalarını rica etmişti. Ne o kente ne de yakın hiçbir kente uçak bileti bulamayınca önce kendi arabasıyla yola çıkmaya karar vermiş, ancak "Bu ruh haliyle tek başına o kadar yolu arabayla gitmen doğru değil" şeklinde yükselen itirazlar nedeniyle bu düşüncesinden vazgeçerek, ilk otobüsle yola çıkmıştı.


Ertesi sabah hastaneye ulaştığında babasının yatak bulunamadığı için acil servistesi yoğun bakımda tutulduğunu öğrenmişti. Kısa bir telefon trafiğinin ardından yok denilen oda bir anda babası için hazırlanmıştı bile.


Babası odaya çıkarıldığında eline bir de reçete ve tıbbı malzeme reçetesi tutuşturulmuştu. O akşam gittiği en az 10 eczanede kanı sulandıran ilacı bulamamamıştı. Yaşadığı kentteki kişileri aramış, orada da ilaç yok gibiydi. O gün cumartesiydi ve ilacı üreten firmanın İstanbul'daki telefonları da yanıt vermemişti


İlaç hatırlı insanların devreye girmesiyle Başkentin bile çok dışındaki bir ecza deposunda bulunmuştu. Kentteki bir eczaneye teslim edilmiş ve o akşam otobüse verilmişti.


Oğlan babası için kurtarıcı olabilecek bu ilacı almak üzere otogara gitmiş, ancak gelen haber kötüydü. O kent yolunda bir kaza olmuş ve yol kapandığı için otobüs 2 saat gecikmeyle gelecekti. Otobüs 3 saatlik gecikmeyle gelmişti.


İlacı almış, ama hastaneye gitmeden önce abisinin sağlık sigortasından yararlanan babasının o gün süresi dolan 6 aylık vizitesinin yenisini onaylatıyordu ki acı haber geldi.


31 Ocak 2005 saat 13.30...


26 Tansiyonla 28 Ocak 2005 saat 10.15'te beyin kanaması geçiren babası, yaşama 88 yaşında veda etmişti.


Hastaneye geldiğinde çıkış işlemlerinin bir bölümü bitmişti. Üç gün boyunca babası için hayati olan ilaç şu anda elindeydi, ama babası yoktu.


Babası için alınan tıbbi malzeme ve ilaçları iade etmek isteyen servis şefine cebindeki ilacı da çıkarıp uzatmış ve "Mademki bu ilaç beyin kanaması için geçirenler için o kadar hayati, babamıza kısmet olmadı, bari başkalarına yarasın" demişti. Zaten babasının ölüsünün yeni çıktığı o serviste ölüm sessizliği yaşanmıştı. 2-3 Saniyeyle hayat oradaki herkes için bir anda durmuştu.


Babasının bilinci açıkken onunla vedalaşamamıştı.
Tek tesellisi ise, neredeyse haftalardır konuşmadığı babasıyla, beyin kanaması geçirmeden 15 saat önce konuşmasıydı.
Babasını yitiren bir babaydı artık...
O anda ne ölen babasına sarılabilmişti, ne de uzaktaki oğluna...
...

Sevdiklerimizi yitirmeden onların kıymetini bilelim.
Her fırsatta onlara, onları sevdiklerimizi hissettirelim...
Ölüm hiç kimseye yakışmıyor...
Ölümün gerçekten yeni bir başlangıç olması umuduyla, tüm yitirdiklerimizi sevgi ve saygıyla anıyorum...
Babamın ölümünü bu şekilde anımsayarak yazmama vesile olan sevgili meslektaşım Zeynep Mengi'nin babasına Allah'tan rahmet, geride kalan tüm sevdiklerine sabır ve başsağlığı diliyorum...
 
Ankara, 27 Ağustos 2010 / 22.54

20 Temmuz 2010 Salı

Akrostiş Fırtına





AKROSTİŞ FIRTINA


Camdan bakıyordu yüreği yanık anne
Umut yerini acı habere bırakmıştı
Teknenin dönmesini bekliyordu
Ekmek diye yola çıkıp fırtınaya yenik düşenlerin cenazeleriyle...


Cama düşen yağmur damlası mıydı yoksa
Umudun sona ermesiyle birlikte
Renkli gözlerinden akan gözyaşı mıydı
Ufuk çizgisini görünmez kılan anlayamadı.
Televizyonda fırtınada ölen balıkçıların adları okunuyordu
Ellerini pencerenin koluna uzattı yaşlı kadın

Kalbinden bir şey koparılıp alınmıştı
Odanın etrafında döndüğünü hissetti
Sersemledi ve yığıldı olduğu yere
Onca badire atlatmıştı ama ilk kez yıkılmıştı
Vakitsiz bir ölüm haberinin
Ağırlığı çökmüştü üzerine
Levrek, çupra değildi tekne ile getirilen
Ilgıt’ın fırtınaya yenik düşen cenazesiydi...

Ankara -
20 Temmuz 2010 - 23.11